Ali Apaydın
Özel hayatlar, özel yalanlar
Kuşkusuz ki, çağlar boyunca tüm tapınakların arasında en çok ziyaret edileni, üremenin ilk aşaması olan cinsel birleşme esnasında duyumsanan bir hazdan ötürü, insan ırkı tarafından, basit bir biyolojik görev dağılımının düşünsel bir zeminde terörize edilerek, boş bir sanının üzerine inşa edilen aşk tapınağıdır.
Bitmek bilmeyen bu ziyaretçi akını, onu her çağın en gözde soyut turizm merkezi haline getirmiştir. Doğruluğa karşı direnç gösteren en güçlü inançları bünyesinde barındırmasından ötürü, yaşam biçimlendiricilerinin en etkili yapım malzemesidir.
Fakat ona, bu görkemli statüsü, ne ziyaretçileri ne de yaşam biçimlendiricileri tarafından sağlanır.
Gücünü ve statüsünü hiç beklemediği bir alandan, sanat denen insan etkinliğinin ona atfettiği, tuhaf, anlaşılmaz, belirsiz, gizemli, korkutucu ve heyecan verici özelliklerden elde eder o. Bu yüzden en yüce tanrılardan çok ona tapınılır. Onun üzerine, pek yüce olduğu iddia edilen şiirler düzülür. Romanlar yazılır. Her dönem ve her coğrafyada sürekli ve sürekli olarak propagandası yapılır. Kimileri ellerine bir terazi alıp onun değerini ölçmeye çalışır, kimileri onu sosyal bir bilim yapıp tek tek türlere ayırır, kimileri bir deva olarak olur olmaz her yaşam hastalığının ilacı olarak pazarlarda satışını yapar, kimileri onun olması gereken ideal halinin resmini çizmeye çabalar durur, kimileri de bir sarraf olarak onun gerçeğini ve sahtesini birbirinden ayırmak için dolaşır etrafta. Bununla birlikte, üremenin ilk etkinliği olan, basit bir biyolojik görev dağılımında yaşanan hazzın, yaşam içerisinde bu denli geniş bir hacme ulaşmasını sağlayan akıl almaz bir kalabalığı işgal eden bir gönüllüler ordusu da söz konusudur. Kendini sözü edilen tapınağın korumasını üstlenmekten çok yaşamın her alanını istila etmek adına amansız bir sefere adayan bu ordu, gün be gün yaşamın fethedilmeyen tek bir noktası kalmayana dek bu savaşı sürdürmeye ant içmiş bir haldedir.
Bu ant uğruna ona karşı çıkan her canlıyı derhal katleder. Kendisi dışında, hiçbir şeyin katılaşmasına ve kalıcılaşmasına tahammül edemeyen bu illet, insanlık ve tarih tarafından üretilen her değeri yok eder. Kendine ait sahte özgürlük alanı dışında kalan her özgürlük alanını darmadağın edene dek acımasız bir şekilde savaşır…
***
Belli bir hazzı yaşamak için arzulanan biri olmak dışında ortada olup biten hiçbir şey olmamasına rağmen, hiçbir çaba sarf etmeden birisi tarafından bir değer nesnesi olarak algılanmak nasıl da büyüler insanları!
Vahşi, terörist bir itkinin boyunduruğu altına girmek için nasıl da can atılır. Boyunduruğu altına gireceği bir tanrının arayışı uğruna nasıl da yok edilip gidilir yaşam denen esas.
Her şeyin çelişkilerle donatılması için, özgürlük adına kölelik talep edilir, esaretten kurtulmak adına tutsağı olunacak biri aranır, korkularla yüzleşmek için kurtarıcı bir melek beklenir. Her doğru düşünce karşısında “Ama öyle yaşanamaz ki…” yargıları konur.
Denir ki, aşk, insana en olmayacak şeyleri yaptırır, kişi, en karşı çıktığı şeyleri bu uğurda yalanlayabilir, en nefret ettiği bayağılıklara bu yüzden düşebilir, yaşamını adadığı en önemli değerlerini onun adına harcayabilir.
Kişi bu yüzden, herkesin ve her şeyin arasında sadece bir hazzı gerçeklemek adına küçük bir adacık inşa etmek için, her şeyden, herkesten ve her gerçekten vazgeçebilir. Yani iddia edilmektedir ki, her şeye, herkese ve her gerçeğe karşı kayıtsız bir yaşam sürmek adına, gizlenmiş, saklanmış, korunmuş bir odanın içine hapsolarak, tüm dünyaya karşı ve dünyada olup biten her şeye karşı gözlerini kapamaktan daha yaşanası hiçbir şey yoktur. Fakat işin aslı elbette ki farklıdır, salt bir haz uğruna, her şeye ve herkese karşı kayıtsızlaşılan özel bir yaşam alanı oluşturmanın en yaşanası şey olduğu iddiası, hoşgörü adına kayıtsızlığı, özgürlük adına köleliği, değerler adına değersizliği yerleştirerek yaşamayı seçmek, koca bir yalanı benimseyerek, ikiyüzlü ve kişiliksiz bir varoluşu onamaktan başka bir şey değildir.
***
Bir değer üretmenin ve bir değer üzerine yaşamını organize etmenin güç bir şey olduğu doğrudur. Bu yüzden insanların birçoğu, belirgin ilkeler ve taviz vermeyen yaşama biçimleri yerine, sürüklenip gidilen, belirsiz ve sürprizlere açık yaşama biçimlerini seçmekte pek de bir tereddüt göstermez. Burada sürpriz sözcüğü önemlidir. Çünkü çoklukla, edilgen bir yaşama biçimi olan sürüklenip gitme durumu, tuhaf bir şekilde, daima şimdiki zamanı tatlı sonuçların takip edeceğine dair güçlü bir inanç sisteminin geliştirilmesine neden olur. Sanılır ki, şimdinin gebe olduğu bilinmezlik durumunun içinden, her şeyin yerli yerine oturacağı, zamanın akışını tekdüze bir huzura bırakacağı bir an gelecektir.
Aşk söz konusu olduğunda da bu inanç sistemiyle oldukça kemikleşmiş bir yapı olarak karşılaşılır. Aşık olan kişi, yaşadığı şimdinin bilinmezliğini kendini onulmaz bir huzura erdirecek bir sonraki zamanın öncesi olarak duyumsar. Neredeyse yazgı denen mefhum, gelecekte kişiye bağışlayacağı sonsuz huzur için, şimdide kişiden bir takım bedeller istemektedir. Dünyada neler yapabileceği üzerine değil de, dünyada nelerle karşılaşabileceği üzerine bir yaşam algısına boyun eğen aşık kişi, böylece, tam bir bilinmezlikle kuşatılmış olmasına rağmen, daima, gizli bir şekilde, kendi kendine hiçbir emek sarf etmeksizin elde ettiği bir geleceğin, huzurlu bir geleceğin üzerine kurulan bir anlam dünyasının içinde sanır kendini.
Amaçsallıktan, ilkesellikten tümüyle yoksun olunmasına rağmen ve enikonu tümüyle edilgen bir varoluş tarzı benimsenmesine rağmen, ve de hiçbir dayanak noktası olmamasına rağmen kişinin yüceliklerle, kutsallıklarla donattığı böyle bir yaşama biçiminin tam bir safsata olduğu apaçık bir gerçekliktir.
Bununla birlikte, üzerlerinde hiçbir değerin yer edemediği, ahlaki hiçbir duruş tavrını barındırmayan kişiler için, yeryüzünde bulunuyor olmanın, nefes alıp veriyor olmanın, insan olarak insanlarla birlikte yaşıyor olmanın gereksindiği varoluşsal anlam sıkıntısından kurtulabilmek, onunla baş edebilmek ve ondan uzak durabilmek için sahte ve bir o kadar da cezbedici bir yaşama serüveni için aşk muhteşem bir sığınaktır. Çünkü, doğru olana, dolayısıyla doğru olan yaşama biçimini gerçekleştirmeye dair tüm sorunları kişinin başından def edebileceği güçlü bir silahtır söz konusu olan. Çünkü, doğruluk ve yanlışlık kriterlerinin yerini, ancak yaşanan durum içerisinde bir anlamı olan, estetik, gelip geçici ve tüketime açık, hiçbir suretle yargılanamaz olan, enikonu tüm yönleriyle muazzam bir masumiyet çemberi tarafından kuşatılan bir yaşama alanı almıştır artık. Böylece kişi, bir yandan her durumda ve her konumda, kendini tüm değerlerden muaf kılarken, bir yandan da kendini en değerli konumuna yükseltmenin olanağına erişir.
Sonuçlar dehşet verici bir mükemmelliktedir. Ben ve senden arınarak, dolayısıyla tüm dünyadan ve tüm değerlerden arınarak, iki kişilik bizlikler oluşturulur. Bu kapalı dünyanın dışında kalan insanlarla ilişkilenme biçimleri de, ben ve senler yerine, biz ve sizler olarak kurulmaya başlanır. Esas olan daima, biz olarak kurulan dünyanın içinde olup bitenlerdir, gerçek dünyada olup bitenler ise, sadece ve sadece bir seyirci olarak izlenmesi gereken eğlenceli bir sirk gösterisinden başka bir şey değildir. Yaşamın anlamı, yaşıyor olmanın dramı, mutluluk, acı vs gibi tüm duyguların ait olduğu yer bu iki kişilik biz dünyasıdır. Ne de olsa, gerçek dünya daima kaçınılması gereken, içinde bir çatlak oluşturularak orada sığınılması gereken, ne olup bittiği önemli olmayan saçma ve anlamsız bir dünyadır artık.
Özel hayatlar ve özel yalanlar… Yani, bilinmezliği bir değer, gizlenmeyi bir kutsal, dokunulmazlığı bir yücelik olarak algılayan tuhaf ve saçma varoluşlar. Sanılıyor ki, herkesin ve her şeyin kendine has, kendinde olan bir anlamı ve özelliği vardır—yanlış değil yalan!
Sırlarla, yalanlarla, entrikalarla, çalkanıp duran duygularla, yaşamını bir değere ve ilkeye değil de bir kişiye adayarak yok olup gitmek için her ne denirse densin, anlamlı bir hayat yaşayabilmek adına unutulmamalıdır ki, vazgeçilmemesi gereken şey, insanlar değil ilkelerdir.