Başka biri olmak / Toprak hizasında

Ali Apaydın

[email protected]

Başka biri olmak / Toprak hizasında

Denir ki, sen ne kadar anlatırsan anlat, ancak karşındakinin seni anlayabildiği kadar anlaşılırsın. Bunun üzerine de derhal, hem konuşurken hem de yazarken daima karşındakinin anlama kapasitesine göre hareket etmeniz salık verilir. Anlatılan şeyi ya da doğrudan doğruya anlamı hedef almayan bu düşünce izleği muhatabın anlama durumunda odaklanır kalır. Gelgelelim bu izlek, mantıken günlük bakımı çok iyi yapılan bir safsata bahçesinin üzerinde boy gösterir. Sosyal açıdan ise, karşınıza anlatmasını bilen, anlatmasını bilmeyen, anlamasını bilen, anlamasını bilmeyen gibi figürlerin varlığına işaret edilir. Böylece insanlar bir bir, nerden geldiği hiç belli olmayan kutsal bir yasanın hükmü altında sınıflara ayrılır; bu sınıfların bazıları anlamasını ve anlatmasını bilirken, bazıları bu yetilerin birinden ya da her ikisinden mahrum bırakılmıştır. Her şey, baştan belli olan bir düzenin üzerine kuruludur yani. Haliyle, her şeyin bu denli belirlenmiş olduğu bir düzenin içinde boş yere dil dökmemek, çenenizi boşuna yormamak ve mümkün olduğunca denginizle muhatap olmanız takip edebileceğiniz en iyi yoldur.

Kuşkusuz anlatmak, anlamak ve anlaşılmak durumları insanın basit dilsel ifadelerine ya da dilsel ifadelerde tercih edilen şekle ve yönteme indirgenemeyecek denli karmaşık bir yapıdır. Sözgelimi iki kişilik karşılıklı bir konuşma durumunda, kişilerin fiziksel hallerinin güçlü etkisinden söz edilebilir buna örnek olarak. Kişilerden biri oldukça uykulu bir haldeyken, karşısındakinin söylediklerini duymakta zorlanabilir mesela, bu da onun daha ilk baştan söyleneni anlamasını imkânsızlaştırıverir.

Bununla birlikte burada, konuyu mantıksal bir süzgeçten geçirerek, tarihteki kimi ünlü isimlere atfedilen “sadece anlaşıldığın kadarını anlatabilirsin” safsatasının açılımını yapacak değilim —ama yine de meraklısına söyleyeyim, söz konusu sav liselerde gösterilen klasik mantık bilgisiyle rahatlıkla çürütülebilir. Öte yandan burada, konunun sosyal açılımlarını da serimleyecek değilim —zira bu köşedeki daha önceki yazılarımda çeşitli vesilelerle bunu yeterince yaptığım kanaatindeyim. Bunun yerine konuyu daha gündelik daha basit daha yaşamsal, eh, biraz da daha kişisel bir zeminde ele alacağım.

Bana kalırsa ilk husus şu: şayet elinizin altında anlatacak bir şey bulunduruyorsanız, bu sizi daima bir trajedinin içine itecektir. Çünkü artık bilmelisiniz ki, ya anlayanınız yoktur, ya da en iyi ihtimalle anlayanınız yok olma tehlikesindedir. Öyle ki, anlamak ve anlaşılmak üzerine kurulan bütün ilişkilerin esası, kendi kendinizle baş başa kalıp, kendi yalnızlığınızı gerçekleştirmek kâbusundan başka bir şey değildir.

Bunun için dürüst olmanız gerekir. Çünkü insan, ancak kendi yalanlarını kavrayabildiği ölçüde gelişebilen bir varlıktır. Bu da yalnızlığın hiç de kutsal olmayan yazgılarından biridir. Bu nedenle, her şeyden önce elinizin altında, gerçekten de anlatacak bir şeyinizin olup olmadığından emin olmak durumundasınızdır. Bu ise oldukça meşakkatli bir durumdur. Neyse, diyelim ki, elinizin altında anlatacak bir şeyiniz var, peki ama bu şey anlatmaya değer bir şey mi acaba? Hadi anlatmaya değer bir şey olduğunu varsayalım, sizi dinleyecek birini bulabilecek misiniz etrafınızda? Onu da buldunuz diyelim. O kişi, sizi sonuna kadar dinleyecek mi? Oldu olacak dinlediğini de varsayalım. Peki, sizi dinledikten sonra, anlattığınız şey üzerine şöyle bir kafa yorup, biraz olsun düşünecek mi acaba? Hayal bu ya, düşündüğünü de varsayalım, düşünme esnasında karşısına çıkan zihinsel güçlüklerle baş edebilecek mi peki? Eh, o güçlükleri de aşsın bari. Madem işin sonunun nereye varacağının merakına kaptırdık kendimizi, en nihai noktaya yöneltelim bakışlarımızı. Anlatmanın, anlamanın ve anlaşılmanın gerçek olduğu bir noktaya. İşte bu noktada kabul etmek gerekir ki, anlamak, anlatmak ve anlaşılmak için, hayatını büsbütün anlamaya adayan iki kişinin birbirini bulması gerekmektedir. Yani, sizin olmak zorunda olduğunuz gibi, karşınızdaki kişinin de bir filozof (bilgi dostu) olması gerekmektedir.

Oysa gündelik hayatta, bir şeyi anlatmak istediğiniz andan itibaren, öylece anlaşılmayı bekler durursunuz. Baktınız ki bu durum hiç gerçekleşmiyor, hiç olmazsa sizi dinleyen birinin olmasına şükreder hale gelirsiniz. Bu da olmadı mı, size sadece arada bir “evet” diyen, onaylayan, karşınızda nefesini doğru bir jestle içine çeken, veyahut, kendinden hareketle bazı örnekler veren, geçmişinizden ve geçmişinden doğru zamanda doğru alıntılar yapan, anlatma esnasındaki duygu durumunuzla ilgili olarak sıcak temaslar kuran kişilerle birlikte anlatmanın ve anlaşılmanın sahte ve zehirli mutluluğunu yaşar durursunuz.

Öyle görünüyor ki, herkesin birer filozof olmasının insanlar için daha hayırlı mı, yoksa daha mı hayırsız bir şey olacağı bilinmez ama, varolan haliyle, böylesi bir yaşamın içinde, yani kendi sahte gerçekliğine tıkılı kalan insanların içinde, her bir kişi, başkasını ya da bir şeyi anlamaktan ve algılamaktan daima aciz kalarak yaşayıp gideceğe benziyor.

Son olarak, kişisel bir not düşeyim. Bir gün bütün keçiler toplanıp, Günah Keçisi’ni aramaya çıkarlar. Yolda sorup soruştururlar. Neticede biri çıkıp, onlara Günah Keçisi’nin evini tarif eder. Keçiler tarif edilen eve varıp Günah Keçisi’ni bulurlar. Ve, “Sana, bize neden günah işlediğini anlatman için geldik” derler. Günah Keçisi omuz silkerek yanıt verir: “Elbette anlatırım. Ama sizin anlamaya rıza göstermeniz gerek” der. Bunun üzerine bütün keçiler, geldikleri gibi geri dönüp yok olup giderler…

Notlar:

Not-1: Yazının başlığı, Reverdy, Pierre; Seçme Şiirler; çev. Halil Gökhan; Kavram yay.; 1995; s. 132 –Plein Verre’den (Bardak Dolusu); “Sonunda” adlı şiirin son iki mısrası)

Not-2: Bu yazı ilk olarak 12 Ekim 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.