Home Kültür - Sanat Hypatia: Felsefenin kadınlık hali

Hypatia: Felsefenin kadınlık hali

Ali Apaydın

[email protected]

Milattan sonra dördüncü yüzyılın sonlarıyla beşinci yüzyılın başları… 

İmparator Konstantin’in günümüz İstanbul’unun ilk atası sayılabilecek olan Byzantion’u başkent yaparak, imparatorluğun hemen her tarafında hızla yayılan Hıristiyanlığa serbestlik tanımasının üzerinden pek de uzun bir zaman geçtiği söylenemez. Yaklaşık beş yüzyıl önce yeni bir inanç olarak değil, yeni bir yaşama biçimi olarak dünya sahnesine çıkan Hıristiyanlık artık bizzat imparatorun kendisi tarafından da benimsenmiş durumdadır. Ve ülkenin en meşhur kentlerinden biri olan İskenderiye’de devasa bir kütüphane vardır: İskenderiye Kütüphanesi. Eski Yunan filozoflarının eserlerinin en iyi saklandığı yerlerden biri olan bu kütüphane, bir okul gibi çalışmakta; kütüphanede toplum içinde giderek bir azınlık konumuna itilen filozoflar ve bilim insanları, dönemin önde gelen ailelerinin çocuklarına dersler vermektedir. Ve bu ders verenler arasında göze çarpan en önemli isim Hypatia adlı bir kadındır. 

Kütüphanede çalışanların ve eğitim gören öğrencilerin hemen hepsi halen birer pagan olarak yaşamaktadır. Hatta kentin birçok yerinde pagan heykelleri varlığını sürdürmekte ve kent sakinlerinin çok azı tarafından da olsa bu heykellere saygı duyulmaktadır. Fakat gün be gün güçlenen Hıristiyanlar, güçleri arttıkça bu küçük pagan azınlığı pek de rahat bırakmaz. Onlarla ve onların tanrılarıyla alay ederler. Zaman zaman küçük çaplı şiddet olaylarına da dönüşen bu alaycı tutum, kısa bir süre sonra ise insanlar arasındaki her tür fikir ve yaşam-tarzı karşıtlığının şiddetle çözümlenmeye başlamasına sebep verir. En nihayetinde, paganlar, kendi yaşam-tarzları üzerinde dayanılmaz bir baskı hissetmeye başlarlar ve bu yüzden de isyan ederler. Fakat bu isyan, Hıristiyanlar tarafından sert bir şekilde bastırılır. Bunun üzerine bir süre kentin adeta bir kan gölüne dönüştüğü zamanlar yaşanır. İmparator ilk isyanın paganlardan gelmesi nedeniyle kütüphaneyi Hıristiyanların denetimine verir. Kütüphane yağmalanır ve içindeki eserlerin birçoğu yakılır…

Beşinci yüzyılın ilk yılları geride kalır kalmaz, kentte pagan yaşam-tarzı tümüyle yasaklanmış durumdadır. Geriye sadece Hıristiyanlar ve onlara nazaran daha az bir oranda olan Yahudiler dışında hiçbir inanç ve düşünce kalmaz –Hypatia ve birkaç yardımcısı dışında. 

Kentteki Hıristiyanların başını çeken piskopos Cyril, Hıristiyanlık dışında hemen her şeye karşı oldukça tahammülsüz bir kişilik olarak ortaya çıkar bu dönemde. Selefi kenti paganlardan “kurtarmıştır”, fakat bu onun için yeterli değildir: Yahudiler de yok edilmelidir. Bu amacı için kanlı komplolar düzenler. Yahudiler de bu komplolara da aynı şekilde karşılık verir. Kent yine kan gölüne döner. Neticede kazanan Cyril ve Hıristiyanlar olur: Artık Hıristiyanlık dışındaki tüm yaşama biçimlerinden arındırılmış bir haldedir kent –sadece ve sadece Hyptaia adlı, “meczup” bir filozof kadın dışında! Fakat bu belki de en zorudur Cyril için, çünkü Hypatia’nın eski öğrencilerinin birçoğu devletin önemli kademelerinde bulunmakta ve bu isimler eski öğretmenlerine karşı derin bir saygı beslemektedir. Bu da yetmezmiş gibi, diğer kentlerde bulunan bazı piskoposlar da Hypatia’nın eski öğrencilerindendir. Fakat bu öğrencilerin en önemlisi kentin valisi olan Orestes adlı kişidir. Orestes, Hypatia’ya karşı güçlü bir saygının yanında olasılıkla karşılıksız bir aşk duygusu da beslemektedir. Öte yandan bir güç olarak, Cyril’in amaçlarının karşısındaki en büyük engeldir. Gerçi, Orestes de pagan kökenli olmasına rağmen zaman içinde Hıristiyanlığı benimsemiş ve ancak bu sayede kentin valisi olabilmiştir. Gelgelelim, Cyril’in kan dökmesini hiçbir zaman için engelleyememiştir –emrinin altında bir ordu bulunmasına rağmen! Ancak yine de Cyril’in herkesi Hıristiyanlaştırma ya da yok etme amacı karşısındaki en büyük engel konumundadır. 

Kentin önde gelenlerden hemen herkes gibi, Cyril de, Orestes’i motive eden esas kişiliğin Hypatia olduğunu bilir. Kanlı amaçlarını gerçeklemek için, kentin valisiyle karşı karşıya gelmek göze alınabilir bir risk değildir, ama valinin motivasyon kaynağı olan Hypatia’yı yok etmek oldukça kolaydır. Çünkü onun emrinin altında bir ordu yoktur ve o ne bir Hıristiyandır, ne de bir erkek!

Komplo kurulur… Beşinci yüzyılının ikinci on yılının ortalarındaki bir bayram gününde, Cyril’in kesişlerinden oluşan bir grup, Hypatia’yı zorla tutuklarlar. Üzerindeki elbiseyi parçalayıp, muhtemelen yakında bulunan bir kilisenin sunağının önüne getirirler onu. Olası ki, Hypatia son kez bir şeyler söylemek için çırpınmıştır. Fakat ağzını kapatırlar ve yere yatırıp belki taşlayarak belki de bedenini istiridye kabuklarıyla parçalayarak öldürürler onu. Bu da yetmez, ibret olsun diye, bu linç edilmiş ve parçalanmış çıplak kadın bedeni, sokaklarda sürüklenir. Bir filozof ve bilim insanı olmasının yanında güzelliğiyle de saygın bir şöhreti olan Hypatia’nın bu son hali, adeta mükemmel bir zafer tablosu gibi sergilenir İskenderiye’nin sokaklarında…

***

Bazı kaynaklar, Hypatia’nın Hıristiyanlığı benimsemiş olsaydı, eski öğrencileri tarafından daha rahat bir şekilde korunabileceğini ve yaşamını böyle bir sondan kurtarabileceğini iddia eder. Nitekim bu doğrultuda ona Hıristiyanlığa katılması için birçok teklifin yapıldığı, bu tekliflerin yaşamının son anlarına doğru zorla kabul ettirilmek istendiği de söylenir. Fakat Hypatia, felsefe ve bilime adadığı yaşamından asla vazgeçmemiş ve hiçbir şekilde toplumun güç karşısındaki genel boyun eğişine katılmamıştır. Onun yaşamı üzerine yönetmen Alejandro Amenábar tarafından kusursuz bir objektivizmle (ki bu hemen hemen herkesin unuttuğu bir anlatı ilkesidir) çekilen 2009 yapımı Agora adlı filmde, kendisini canlandıran Rachel Weisz, kenti yöneten meclis önünde hiçbir şeye inanmaması üzerine yapılan alaycı ve suçlayıcı tavır karşısında şu karşılığı verir: Ben, felsefeye inanırım.

Hypatia’dan geriye trajik yaşam hikâyesi dışında pek bir şey kalmamıştır. Yazdığı ciltler dolusu kitaplardan bugüne dek ancak birkaç fragman bulunabilmiştir. Fakat ondan söz eden bazı yazarlar vasıtasıyla, onun, çok sonraları Kepler tarafından kanıtlanacak olan Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü ve bu dönüş yörüngelerinden birinin elips olduğunu bulmuş olabileceği düşünülür. Bununla birlikte, Hypatia’nın felsefede tam olarak hiçbir ekole bağlanmadığı (çoklukla Yeni Platoncu olarak gösterilse de Güneş merkezli sistemi Yeni Platoncu düşünceyle örtüştürebilmek pek de mümkün değildir), daima önyargısız bir şekilde konulara yaklaşmaya çalıştığı, fakat varolan toplumsal sistemle de hiçbir zaman hesaplaşmaya kalkışmadığı (kölelerine iyi davrandığı bilinmekle birlikte, köleliğe karşı belli bir tavır sergilemediği açıktır), ancak her durumda şiddetten nefret ettiği ve belli bir aristokratik yapı içinde de olsa hümanist bir insan olduğu söylenebilir. Ancak ondan söz edildiğinde beni etkileyen en önemli husus, düşüncelerinden dolayı dinsizlikle suçlanan Sokrates’e benzemesidir. Sokrates söz konusu “suç”tan dolayı ölüme mahkûm edilmişti, Hypatia ise yargılanmaya bile layık görülmeyip doğrudan katledilmiştir. Sokrates bir pagan olmamakla suçlanmış fakat bu suçlamayı kabul etmeyerek kendisinin dindar biri olduğunu savunmuştu; Hypatia ise bir adım daha ileri gidip dindar olmadığını net bir şekilde belirtmiş ve kendisine yöneltilen “suç”u hiçbir şekilde bir suç olarak kabul etmemiştir. Çünkü kanımca şunu keskin bir şekilde fark etmişti ki, zihninizin rehin altında tutulduğu bir hayatı yaşamak, aslında hiç yaşamamaktır!

——–

Not: Bu yazı ilk olarak 28 Şubat 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.