Etik mi, yoksa ahlak mı?

Ali Apaydın

[email protected]

Etik mi, yoksa ahlak mı?

 “Bu doğa hangi değişmez yasaları nedeniyle beni dünyaya getirme hakkını kendinde buldu? Bilinçle yaratıldım ve doğayı kavradım: Düşünen bir varlık olarak istencim dışında beni, bilinçli bir varlığı nasıl yaratma hakkını kendinde bulabilir? (…) Doğa, bilincim yoluyla bütünün içinde bir uyumu bildiriyor bana. (…) Seçim bilinçli olarak bana bırakılsaydı, yaşadığım sürece elbette mutlu olmayı isterdim; ben sonsuza dek yok olduktan sonra, bütünden ve uyumundan bana ne!” (Dostoyevski; s. 535; Hüküm adlı makaleden)

Zaten doğa’nın, insana “senden bana ne!” dediği göz önüne alınırsa, karakterin yakarışındaki tuhaflık göze çarpar. Sorun, insanın doğadan salt düşünme yetisinden ötürü talep ettiği bir ayrıcalıktan başka bir şey değildir. Bitkilerin ölümle ilgili bir problemlerinin olduğunu düşünebilmek pek de olası değilse şayet, yukarıdaki karakterin de, tıpkı bitkiler gibi yaşamak yerine ölmeyi seçmesi arasında bir fark olmadığını kanıksaması ve de yaşamına son vermesi gayet anlaşılabilir bir tutumdur kanımca. Peki ama, insanı bu tarz bir düşünceye götüren ilkeler nelerdir? Ve şayet, bu ilkeler yeterli gerekçeleri sağlıyorsa, insan, ölümünün kaçınılmazlığı, ve bu kaçınılmazın doğurduğu mahkumiyetin insafsızlığında yaşamayı seçtiği bir durumu nasıl gerçekleyebilir?

Burada nasıl sorusu önemlidir, zira soruyu “niçin gerçeklemeli?” ya da “neden gerçeklemeli?” olarak ele alan birinin izleyeceği yolla, “nasıl gerçekleyebilir?” sorusunu ele alan birinin izleyeceği yol birbirinden tümüyle farklıdır. Kanımca, ayrım denen şey de bu noktada başlar, ve burada nasıl sorusu insana yönelik, kendini iki farklı biçimde ortaya koyar: 
1. Nasıl yaşamalıyız? 
2. Nasıl yaşıyoruz? 
Nasıl’ın bu ayrışımı, şu şekilde de ifade edilebilir: Ahlak mı yoksa etik mi? 

Ve bu durumda yolculuktaki malzemeler de açıklığa kavuşur: Ahlakta, kıstaslar iyi ve kötü olarak, kişi ise istencinin özgürlüğüyle donatılmış bir varlık olarak kendini gösterir. Burada iyi ve kötünün neliği, ya kişinin bireysel izlenimlerinden çıkarsadığı haz ya da acıya neden olan nesneler üzerinden, ya da olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirilebilecek eylemler üzerinden tanımlanır. Daha ötesi, çoklukla bu tanımlamaları, söz konusu kişi adına başka bir varlık ya da özne yapar. Söz gelimi, dinlerde bu görev tanrısal güç ya da onun aracıları tarafından gerçekleştirilir; ya da kimi filozof vb gibi seçkin insanlar bu görevi üstlenir. Bu sayede, iyi ve kötüyü –yani nasıl’ının ana kıstaslarını– hazır bir şekilde elde eder kişi; ve nasıl oldukça basit bir hal alır: Söyleneni yapmak ya da yapmamak.

İşte bu düşünüş ödül ve ceza gibi kavramları oluşturarak, üstesinden gelemediği belirsizlikleri çeşitli aşkınlık ya da kutsallıklarla gidermeye çabalayacaktır. Bu, oldukça yaygın bir yaklaşımdır:

“Filozoflar, içimizde çarpışan duyguları (affection), insanların kendi hatalarıyla içine düştükleri kötülükler olarak…” düşünmeyi severler, “… bu yüzdendir ki, onları alaya almayı, onlarla ilgili hayıflanmayı, onları kınamayı ya da daha ahlaki görünmek istediklerinde onlardan nefret etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Böylece, tanrısal biçimde hareket ettiklerini ve hiçbir yerde varolmayan bir insan doğasına her türden övgüler düzerek ve söylemleriyle gerçekte varolanı kötüleyerek bilgeliğin doruğuna çıktıklarını sanırlar. Onlar insanları aslında oldukları gibi değil, ama kendileri nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar: bunun neticesi olarak, çoğu, bir Etik yerine bir Yergi yazmışlardır…” (Spinoza s. 11) 

Bu yaklaşımın yaygın olmasının kökeninde, belki de o övgüler düzülen, istenen, o insan doğasının, çoklukla pek naif bir tabloyu sunmasıdır gözlere. Ne de olsa gerek dinlerin, gerek ahlaki öğütler veren filozofların emir ya da tavsiyeleri, hep hoş ve mutlu bir yaşamın garantisini sunmak için çaba harcar. Öne sürülen öneriler, naif bir birlikte yaşamayı kolaylaştıran hususları vurgularlar –şu şartla ki, yerine getirilen her emir ya da tavsiyenin bireyin kendi kişisel mutluluğuna ya da kıvancına kalıcı bir katkı yapacağının garantisi söz konusuysa şayet. Bir tür güdüleme çabası. Gelgelelim bu çaba, tapınaklarda ibadet ederken; şölen, bayram vb gibi gereksiz ritüeller ifa edilirken zafer kazanır da; en gerekli olduğu yer ve zamanlarda, söz gelimi bir duruşma ya da basit bir çıkar ilişkisinde hiç mi hiç tesir etmez yaşanana (Spinoza s. 13).

Etik söz konusu olduğunda ise iyi ve kötünün yerini doğru ve yanlış, kişinin istenç özgürlüğünün yerini ise varoluşsal bir sorumluluk alır. Doğru olanı eyleyebilmek için, doğrunun neliği bizzat kişi tarafından saptanmış olmalıdır. Mesele şunu ya da öbürünü seçmek değil, doğru olanı seçmektir. Bu seçim öncesinde, doğru olanın bilgisine ulaşmak gerekir.

Bu noktada, zihin, tüm izlenim birikintilerinden arındırılıp, bağımsız bir şekilde kullanılmak durumundadır. Araştırının ve eylemenin amacı, yaratmak değil, bulgulamaktır. Kuşkusuz bu tarz bir düşününün izleğinde, insanın kendini doğa içinde ayrıcalıklı bir yere koyması ya da ayrıcalıklı bir varlıkmış gibi bir tür kapris içinde hareket etmesi söz konusu olamaz. İnsan düşünen bir varlıktır, kuşların da uçabilen birer varlık olması gibi. Burada bir ayrım söz konusudur sadece, bir ayrıcalık değil.

Güçlük, insanın, niteliksel düşünüden çok, niceliksel bir düşünüye daha meyilli olmasından kaynaklanır. İnsan zamansal, hakikat ise zaman dışı bir yapıdadır. Bununla birlikte, niteliksel düşünü ya da akıl, zaman-dışı bir yapıdadır. Yani bilgi denen şey deneyimde üretilmez, deneyimde yaşanır. Yani bilgi denen şey, her şeyin içine nüfuz etmiş bir haldedir ki, kendini bilmek denen şey, bulunduğumuz bilgi ekseninde tüm dışsal şeylerin bilgisiyle bir arada bulunur. Önem, kendi aklımızı değil, aklı esas almaktır.  Daha yalın ifade edeyim: Dünyaya ya onun içinde nasıl yaşayabileceğimiz üzerinden ya da ondan neler beklediğimiz üzerinden bakarız. İlk tutumda dünya kendimizi gerçekleyebileceğimiz bir alan, ikinci tutumda ise dünya bizim için varolan bir nimettir –ki bu nimet bazılarınca çok anlamlı bazılarınca çok anlamsız olabilir bu durumda. Ve rahatlıkla görülebileceği gibi bu iki tutumun ya da tasarımın dünyaya yönelik ve dünyada oluşumuza yönelik birbirinden oldukça farklı kılgısal sonuçlar söz konusudur. Daha ötesi, kişiler için de bu durum böyledir: Duyular düzeyinde, yani edilgin bir biçimde yaşamını sürdüren kişiler, haz, acı ve istem gibi ancak en temel duygularla var olurlar. Bu sayede yaşamı, iyi ve kötünün hüküm sürdüğü bir ek sende algılarlar; yaşamlarının ilerleyişinde atacakları her yeni adım için, ya çeşitli deneyimlere ya da kendilerine hazır bir şekilde sunulacak olan bilgi paketçiklerine ihtiyaç duyarlar. Bir sorumluluğun değil, bir kaderin içine düştüklerini düşündüklerinden, eğer ellerinde olsaydı hep mutlu olmayı istediklerini dile getirirler. Bununla birlikte zorunluluk denen şey, bu insanların yaşamlarında da hüküm sürer, yani ünlü ilke gereği olguda bir değişim söz konu değildir, değişiklik sadece algı düzeyindedir. Yaşam denen şey, bir insanın devraldığı bir mirasa benzetilebilirse, bu mirası dilediğince kullanmakla, doğru bir şekilde kullanmak bambaşka şeylerdir. Fakat esas olan mirastır.

Verilerin ve enformasyonların, anlam ve bilgi olarak ele alındığı bir çağın içinde bulunan kişiler için, bu tartışmayı kavramak oldukça zordur kuşkusuz. Günümüzde hemen hemen her insan, bir insan olmayı bir tarafa bırakın; bir ben olarak, kendini ayrıcalıklı bir varlık olarak algılamayla başlamayan bir düşünce etkinliğine güçlükle katlanabiliyor. Aslında bu algılamada trajikomik bir durum esastır; Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? adlı romanının bir pasajında geçtiği üzere, “Her insan herkesin tabi olduğu genel kuralları bilir de; herkes kendisi söz konusu olduğunda bu kuralların içinde bir istisna olduğundan kuşku duymaz nedense.”  Kuşkusuz burada, zorunluluğun, içine aldığı varlıklara hiçbir söz hak vermemesinin, insan tarafından hazmedilemeyişinin yarattığı bir patoloji söz konusudur.

Günümüzde, genel olan bir kenara bırakılıp herkes kendi kişiselliğiyle gerçekliği yakalamaya çalışmaktadır. Hal böyle olunca, pek çok insan, hiçbir şey yapmadan yaşamaktadır. Yapmaya da kimsenin pek niyeti yok esasen. Öyle ki, bir oturağın üzerine yerleşerek dünyayı bir sahne gibi karşısına alıp bir şeylerin olmasını beklemek, en kabul görür davranış halini almış durumda. Artık doğru ve yanlıştan yeni ve eskiden söz edilir gibi söz ediliyor. Nitekim bu durum şunu açıkça gösteriyor ki, günümüz insanı için, doğrunun yerini yeni, yanlışın yerini ise eski almış durumdadır. Öte yandan hakikatin aranması tümüyle terk edilmiş bir etkinlik olup, bunun yerini özgünlük, benzersizlik vb gibi kriterlerin esas alındığı etkinlikler almıştır; bu etkinlikler de yaratılan hakikatlerle donatmaktadır etrafı. Artık her tür eski ve ölçülemez olana karşı muazzam bir küstahlıkla yaklaşılır olup, nicelin içine hapsedilemeyen her nitel görkemli bir şekilde katledilmektedir.

Son olarak, “Yeni bir felsefe bulduğumu iddia etmiyorum, biliyorum ki, gerçek felsefeyi anlıyorum” tarzında bir yaklaşımın vurguladığı şey şudur: Şayet bir alanda “yeni” bir şey yapmak gibi bir amacı olan insanın, esasen hiçbir amacı yok demektir.

Referanslar:
Spinoza; Tractatus Politicus; çev. Murat Erşen; Dost kitabevi 2007 Ankara
Dostoyevski, F.; Bir Yazarın Günlüğü; çev. Kayhan Yükseler YKY, 2005 İstanbul

Not: Bu yazı ilk olarak 17 Mayıs 2009’da Günlük Haber gazetesinde yayımlanmıştır.