Selam sana Beyrut!

Adı Arapça’da turkuvaz anlamına gelen, oraların yaşayan efsanesi kabul edilen, Ortadoğu’nun en büyülü sesi ve gerçek divası Fairuz’un Lübnan iç savaşına atfen seslendirdiği ‘Le Beirut’ şarkısı bu. 1975’te başlayıp 1990’da biten Lübnan iç savaşının belki de hatıralarda kalan en naif detayı bu şarkı. Savaşan taraflardan kim radyoyu ele geçirirse bu şarkıyı çalarmış; Fairuz’un kadife sesi şehrin sokaklarına yayılınca insanlara güven duygusu gelir, sokağa çıkılır, gündelik işler halledilirmiş çabucak; ta ki radyoda bir kez daha ‘Le Beirut’ çalana kadar. Zamanla bir tür ateşkes çağrısına dönüşmüş bu şarkı ve iki tarafın da ortak duygusunu ifade eder olmuş: “Benimsin sen ey Beyrut!”

Eski bir Osmanlı vilayeti olan ve o dönemlerde ipek ticareti ile zenginleşen bu liman şehrinin tarihi çok daha eskilere, MÖ 15. yüzyıla dayanıyor. ‘Beyaz karlar ülkesi’ demek olan ve Türkiye’yi saymazsak Ortadoğu’nun tek kar yağan ülkesi burası. Yüksek dağlarında yetişen sedir ağacını kendine bayrak yapan Lübnan’ın başkenti Beyrut, bulunduğu coğrafyanın en güzel bölgesinde kurulu olması nedeniyle tarih boyunca hep bir cazibe merkezi olmuş. 1950’lerden iç savaşın başladığı 1975’e kadarki dönemde ise Ortadoğu ülkelerini batıya bağlayan limanı, üniversiteleri, İsviçre’dekilerle benzer çalışma esaslarına sahip bankaları, lüks mağazaları, kumarhaneleri, gece hayatı ve o dönemlerde nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyan nüfusun etkisiyle gelişen batılı yaşam tarzıyla en ihtişamlı günlerini yaşamış ve Doğu’nun Paris’i sayılmış.

“Neden Paris de Londra değil?” diye soracaklara; şehrin I. Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti tarafından Fransız mandası altına verildiğini ve bu durumun 1946’ye dek sürdüğünü, Beyrut’ta çok yoğun bir Fransız etkisinin olduğunu, özellikle Hıristiyan nüfusun büyük kısmının Fransızca konuştuğunu, birçoğunun Fransa ile organik ilişkileri bulunduğunu, bir ayağı Fransa’da diğeri Lübnan’da yaşayanların bol olduğunu ve cadde isimlerinin “Rue” ile başlayıp Paris’tekine benzer şekilde tabelalandırıldığını söyleyebilirim. Tabii böyle bahsedince aklınızda yanlış bir imaj uyansın da istemem doğrusu. Her ne kadar yüzü batıya dönük bir şehir de olsa bir Ortadoğu ve Arap ülkesinin başkentinden bahsettiğimin altını çizmek isterim. Elbette bunun Beyrut’a gidince yaşayacağınız tek çelişki olmadığını da belirtmeliyim. Bunları niye mi anlattım? Çünkü bu yazıyla birlikte, bir sonraki yurtdışı seyahatinizin yönü belli artık.

Lübnan’a gitmek çok zahmetsiz. Haritaya bakarsanız aslında burnumuzun dibinde olduğunu siz de göreceksiniz. Dilerseniz Antep

ya da Antakya’dan Suriye’yi de geçerek taksiyle hem de oldukça düşük ücretlerle, dilerseniz karayoluyla ya da her gün birden çok havayolu şirketinin gerçekleştirdiği karşılıklı İstanbul-Beyrut seferleriyle Antalya’ya gitmekten farksız Beyrut’a gitmek. Onlarca farklı seyahat şirketi Beyrut’a tur düzenliyor. Tek yapmanız gereken, pasaportunuzu cebinize atıp yollara düşmek. Çünkü 2010 yılından beri karşılıklı vizelerin kalktığı ülkelerden biri de Lübnan.

Beyrut’a vardığınızda sizi son derece şık bir havaalanı ve güler
yüzlü insanlar karşılayacak. Türkiye’den gittiğinizi her fırsatta dile getirmenizi öneririm; bunu yaparsanız, zaten sempatik ve sıcakkanlı olan Beyrutlular Türkiye lafını duyar duymaz ekstra bir motivasyonla yaklaşacak size. Yurtdışı seyahatlerinizde Bosna Hersek ve Azerbaycan’ı saymazsak pasaportunuza sempati ile yaklaşılacak nadir duraklardan birindesiniz. Ama baştan uyarmalıyım bunun bir handikabı da var; ardından gelecek sorular. Televizyon yıldızlarının özel hayatları ve İbrahim Tatlıses’in sağlık durumu gibi konularda bir çok soruyla

muhatap olmanız ihtimal dahilinde.

Dersinize çalışarak gitmenizde fayda var. Şaka bir yana bütün doğu toplumlarında olduğu gibi Beyrut da yüzünü batıya dönmüş durumda ve onların da en yakın batı komşusu olarak ilk öykündükleri,
örnek aldıkları model Türkiye. Hazır coğrafi konumlara girmişken hemen uyarmalıyım; havaalanında kontuarlar doğu ve batı için
iki farklı yönde konumlandırılmış durumda ve dönüş yolunda
olur ha alışkanlıkla havaalanında doğu yönüne ilerlemeyin, sizin uçağınızın check-in işlemlerini yapan bankolar batı bölümünde. Havaalanından büyük ihtimalle Hamra bölgesinde yer alan otelinize taksiyle gideceksiniz. Hatta her yere taksiyle gideceksiniz çünkü Beyrut’ta toplu taşıma aracı yok. Bu yüzden öğrenmeniz ve alışkanlık haline getirmeniz gereken ilk şey taksilerle pazarlık yapmak. Turist tarifesi, yerel halk için olan tarifenin neredeyse dört beş misli. Gerisi sizin pazarlık gücünüze kalmış. “Pazarlığı ne üzerinden yapacağım” derseniz, ortalama bir şehir içi seyahati, mesela havaalanı ile
Hamra bölgesi arasındaki bir yolculuk için 15-20 dolardan fazla vermemelisiniz. Her yerde dolar kullanabilirsiniz. Alternatifi, Lübnan Lirası. Kaba bir hesapla bizim liramızdan üç sıfır atmanız halinde Lübnan Lirası (LBP) karşılığını bulabilirsiniz.

Oteller bölgesi sayılabilecek olan Hamra, Batı Beyrut’un eskilerde daha fazla ön planda olan ama hala canlılığını koruyan bir bölgesi. Bu bölgede orta ve üst düzeyde konaklama mekanları çok ama dileyenler için şehirde daha ekonomik seçenek olarak pansiyonlar ya da tam tersi en lüks otellerin zincirleri de var. Genel olarak Beyrut’ta aradığınız
her şeyi bulabilirsiniz. Sanırım her gidenin döndüğünde başından geçenleri ballandıra ballandıra anlatmasının sebebi de bu; Beyrut, her gelene istediğini veren bir şehir.

Diyelim tarihe meraklısınız; ulusal müze emrinizde, dünyanın en eski liman kenti olan Byblos yanıbaşınızda ve biraz yolu göze alırsanız gelmişken Ortadoğu’daki en önemli Roma kalıntısı olan Baalbeck şehrini görmeniz hatta festival zamanına denk getirirseniz bir de caz konserini aradan çıkarmanız mümkün. Fotoğrafçısı mısınız? Şehrin her yanı fotoğraf. Gece hayatına düşkün ve biraz da çapkın mısınız? Kesinlikle doğru yerdesiniz. Beyrut’un gece kulüplerinin eşi benzeri yok desek abartmış olmayız. Sosyolojiye ve siyasete mi meraklısınız? Belki de görebileceğiniz en tuhaf ve karmaşık etnik yapıya sahip şehirdesiniz.

Ülkede resmen tescilli 16 değişik din ve mezhepten insan yaşıyor. Örneğin iç savaş; ilk bakışta bir Hıristiyan Müslüman çatışması gibi gözükse de onlarca aktörüyle kimin kiminle müttefik, kimin

kiminle düşman olduğunun belli olmadığı, müttefik
ve düşmanların neredeyse her gün değiştiği, bir süre sonra Lübnanlıların “bu bizim savaşımız değildi aslında” diyerek özetledikleri büyük bilmece. Kayak sporuna ya da yüzmeye merakınız var diyelim. Şaka değil; uygun
bir mevsimde aynı gün içinde kayak yapıp sonra denize girebileceğiniz bir yer Beyrut. “Bunların hiç birini istemem, ben alışveriş tutkunuyum” mu diyorsunuz? Yine doğru yerdesiniz. Bu da mı olmadı? O zaman buyurun sizi Osmanlı soslu Akdeniz katkılı Ortadoğu mutfağına davet edelim. Enfes mezeler, salatalar, zeytinyağlılar, kebaplar ve tatlılarla biraz yüzünüz gülsün.

Bir şehir için bundan iyisi Şam’da kayısı diyeceğim o da zaten birkaç saat mesafede; yanı başınızda. Kalacağınız yer Hamra bölgesinde ise bu şehri anlamak için en doğru yerden yani Hamra Caddesi’nden başlayabilirsiniz tanışmaya. 1970’lerde Beyrut’un en gözde mekanı burasıymış. İç savaş döneminde çok yoğun hasar almış olsa da 2000’li yıllarda başlayan onarım ve restorasyon çalışmalarıyla eski günlerini aratmayacak bir güzelliğe kavuşmuş. Beyrut için küllerinden doğuyor klişesini kullanmak istemem çünkü artık bu cümlenin yüklemi geçmiş zamana bağlanmalı.

Çünkü Beyrut, küllerinden çoktan yeniden doğmuş durumda. kiminle düşman olduğunun belli olmadığı, müttefik ve düşmanların neredeyse her gün değiştiği, bir süre sonra Lübnanlıların “bu bizim savaşımız değildi aslında” diyerek özetledikleri büyük bilmece. Kayak sporuna ya da yüzmeye merakınız var diyelim. Şaka değil; uygun
bir mevsimde aynı gün içinde kayak yapıp sonra denize girebileceğiniz bir yer Beyrut. “Bunların hiç birini istemem, ben alışveriş tutkunuyum” mu diyorsunuz? Yine doğru yerdesiniz. Bu da mı olmadı? O zaman buyurun sizi Osmanlı soslu Akdeniz katkılı Ortadoğu mutfağına davet edelim. Enfes mezeler, salatalar, zeytinyağlılar, kebaplar ve tatlılarla biraz yüzünüz gülsün. Bir şehir için bundan iyisi Şam’da kayısı diyeceğim o da zaten birkaç saat mesafede; yanı başınızda. Kalacağınız yer Hamra bölgesinde ise bu şehri anlamak için en
doğru yerden yani Hamra Caddesi’nden başlayabilirsiniz tanışmaya. 1970’lerde Beyrut’un en gözde mekanı burasıymış. İç savaş döneminde çok yoğun hasar almış olsa da 2000’li yıllarda başlayan onarım ve restorasyon çalışmalarıyla eski günlerini aratmayacak bir güzelliğe kavuşmuş. Beyrut için küllerinden doğuyor klişesini kullanmak istemem çünkü artık bu cümlenin yüklemi geçmiş zamana bağlanmalı. Çünkü Beyrut, küllerinden çoktan yeniden doğmuş durumda.

Bazı binalarda hala savaşın izleri duruyor, uçaksavar ve mermi deliklerini görüyorsunuz evet ama bence şehrin cazibesinin bir kaynağı da bu. İşte bu yüzden hafızası sürekli canlı bir şehir burası. Binalar yenileniyor ve
şehir güzelleşiyor olsa da, insanlar şaşırtıcı derecede huzurlu ve neşeli görünseler de biraz sohbet edip o yılları soracağınız orta yaş üstü bir taksi şoförünün usul usul

süzülen gözyaşları, şehrin hala canlı hafızasını ve kanayan yarasını ele veriyor. Belli ki bu yüzden bazı kritik köşebaşlarında bulunan askeri inzibat noktaları, tedbirin elden bırakılmadığını söylüyor.

Zihninizde sıkıyönetim koşulları olan bir şehir izlenimi bırakmak istemem doğrusu; bu inzibat noktalarındaki askerler özellikle turistlere karşı son derece kibar, hepsi iyi derecede İngilizce biliyor ve orada olmaları size kesinlikle rahatsızlık vermiyor.

Beyrut’u görenlerde, şehri bildikleri bir yere benzetme merakı uyanıyor; İstanbul’a, Madrid’e, Paris’e, Bodrum’a, İzmir’e. Bazılarını anlamasam da Beyrut’u İzmir’e benzetenleri Korniş yani kordonboyu nedeniyle çok iyi anlıyorum. Üçgen şekilli bir yarımadaya kurulu şehrin güneydeki köşesinden, kuzeydeki limana kadar uzunca bir
sahil şeridi boyunca uzanıyor Korniş; Arapçada ‘sahil’ demek, nam-ı diğer Corniche. Aslında caddenin adı Paris sanırım ama kimsenin bu adı kullanmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Sahil boyunca özellikle günbatımında güzel bir yürüyüş yapabilir, cafelerde soluklanabilir, yerel halka karışıp desenleri Gaudi’ninkileri andıran banklarda çekirdek çitleyerek ya da süt mısır yiyerek sohbete dalabilirsiniz.

Gündüz alışverişe çok meraklı değilseniz Downtown yerine hemen arka taraftaki Ermeni Mahallesi Burj Hamud bölgesini gezmenizi öneririm. Şehrin bir diğer önemli etnik unsuru Ermenilerin çoğu, tehcir ile buralara kadar gelmiş olan Anadolulular. Kesin bir sayı vermek güç ama iddia edilen yüz bin kadar Ermeni’nin buraya göç etmiş olduğu. Ki zaten tuhaf bir şekilde dükkanlardaki Ermenice yazılar dışında basbayağı bir Anadolu kentine geldiğiniz hissine kapılıyorsunuz burada. Zaten çok geçmeden kulağınıza Türkçe diyaloglar kulağınıza, gözünüze de tabelalarda –yan eki almış tanıdık soyadları takılıyor. Sohbete giriştiğinizde onların da acılarının hala

taze olduğunu hissetmemek mümkün değil. Yani Beyrut’un neresine dokunsanız bir ah sesi çıkıyor aslına bakarsanız…

Dönüş yolunda güneşi batırdıysanız eğer teleferikte bu defa sizi parlament mavisi bir gökyüzü altında körfezi çevreleyen şehir ışıkları ile muhteşem bir gece manzarası kuşatıyor. Harisa yolculuğu fazlasıyla iştah açıyor. Sakın ola teleferikten indiğiniz yerde gördüğünüz ilk falafelciye dalıp iştahınızı kapatmayın. “Falafel ne ola ki?” diyenlere hemen küçük bir açıklama: Nohut –bazı yerlerde bakla- ile yapılan ve birtakım sebzeler barındıran bir tür etsiz köfte bu Ortadoğu fastfood’u. Pita denilen (etimolojik olarak pidenin kardeşi bu kelime) bir tür lavaş içinde çoğunlukla biber turşusuyla ikram ediliyor ve her köşebaşında dönercilerin en büyük rakibi bu coğrafyada. Falafel deneyimini başka bir öğüne erteleyip meşhur Beyrut mutfağıyla tanışmanın zamanıdır. Özellikle Solidere ve Gammayzeh bölgesinde bu işin hakkını veren çok sayıda restoran bulmanız mümkün. Fiyatlar ise Bursa ayarında dersek yanıltıcı olmaz.

Çok sayıda değişik kebap ve ana yemek alternatifi bulunsa da eğer oturduğunuz sofra Akdeniz’e kıyısı olan bir Ortadoğu şehrinde ise en güzeli masayı mezelerle donatmak. Antakya ve Antep mutfağına aşina olanlara pek de yabancı gelmeyecek sayacağım isimler. En başta humus olmak üzere, semsek, tabuli, nar ekşili zahter salatası, patlıcan ezme, bu topraklarda adı kıbbe olan içli köfte, Babagannuş, Fattoush, kubideh, labneh ve daha onlarcası. Ne kadar anlatsam tarife yetmeyecek ama zahterden biraz bahsetmek lazım. Kekik ile aynı familyadan ancak daha yoğun aromalı ve daha lezzetli olan bu baharat neredeyse her öğünde karşınıza çıkacak Beyrut’ta. Tazesi salata malzemesi olarak, tozu susam ve zeytinyağı ile karıştırılmış haliyle kahvaltılık olarak, kurutulmuş olanı ise zahterli pide malzemesi olarak kullanılıyor.

Beyrut’a sadece bir hafta sonunu ayırmadığınızı umarak biraz daha şehir dışına, kuzeye doğru kısa bir yolculuk öneriyorum ertesi gün için. Bir büyük şehir sakini olarak bir başka büyük şehirde -hele ki çelişkileri, karmaşık yapısı, sürprizleri ve trafiği ile yorucu Beyrut gibi bir şehirde- biraz bunaldıysanız rotayı bir tatil yöresine kırmayı öneriyorum.

Yaklaşık 1 saatlik mesafedeki Byblos, MÖ 7.000’de kurulmuş olduğu tahmin edilen eski bir Fenike liman kenti. Aynı zamanda dünyada kesintisiz iskan görmüş olan en eski yerleşim yeri. Bu özelliği ile UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde de yer alan Byblos’ta antik kentin kalıntılarının yanında 12. yüzyılda Haçlı Seferleri esnasında yapılmış bir kale de mevcut. İsmini, harflerin sembol yerine seslere tekabül ettiği, Latincenin de öncülü olan ilk alfabenin burada icat edilmiş olmasından alıyor. Byblos (bir başka deyişle ‘Bible’) ‘yazı’ ve ‘kitap’ demek. Byblos’u ziyaret etmek, bu sebeple edebiyat tutkunları için bir tür kutsal ziyaret sayılabilir.

Turistleri hedef alan küçük çarşısı ile bizim Ege ve Akdeniz kıyısındaki sayfiye yerlerini aratmayan Byblos’ta yapılacak en güzel şey bana sorarsanız deniz sefasını müteakiben antik şehir ziyareti ve günün demini limandaki balık restoranlarından birinde günbatımı eşliğinde almak. Özel bir mekan önerisinden şu ana kadar kaçınmış olsam da burada ünü dünyaya yayılmış olan ve bu nedenle ismini zikretmenin haksız rekabete de reklama da girmeyeceği bir mekanın adını söyleyeceğim: Pepe’nin Balık Restoranı. 60’lı yılların ünlü kazanovası olduğunu öğrendiğimiz, şimdilerde 100 yaşına merdiven dayamış olan Pepe’nin, Brigitte Bardot, Catherine Denevue ve Adriano Celantano gibi birçok ünlüyle çekilmiş fotoğraflarının duvarları süslediği mekan, size kendinizi gerçekten Akdeniz’de hissettirecek türden bir manzara ve dekorasyona sahip.

Balıklar ve mezeler o atmosferde daha da bir lezzetli gelecek inanın. Bu salaş balık lokantasının sloganı ise hayli ilginç; “Lübnan’a gelip de Pepe’yle tanışmamak, balayını bir harem ağasıyla geçirmek gibidir.” Fazla söze gerek var mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var tıpkı beni tekrar çağırdığı gibi bu ziyaretiniz sonrası sizi de çağıracak bu şehir ve kesin ilk ziyaretiniz son ziyaretiniz olmayacak.

Kaynak: Boss Life Dergi