Olay salcan
[email protected]
Panama denince akla hemen Panama Kanalı gelir. Çünkü gerek eğitim hayatımızın, özellikle orta öğretim safhasında okul kitaplarında sık sık karşılaşmışızdır. Yaşımız daha da ilerleyince kanalla ilgili politik ve çıkar ilişkilerinden dolayı meydana gelen olaylara da medyanın birçok kanalından bilgi sahibi olmuşuzdur. Ancak bize çok uzak bir mesafede olduğundan ilgimizi çok çekmemiş ve orada olan olayları da hemen unutmuşuzdur. Tüm bunlara rağmen Panama Kanalı’nın neden, nasıl yapıldığı konusunda bazı bilgilere de az, çok sahibizdir.
Orta Amerika’da hangi ülkeler var diye sorsalar, kaşımızı kaldırıp, kafamızı kaşıyarak cevap vermeye çalışırız. İlk söylediğimiz ülkede kuşkusuz, Panama olur. Bunun nedeni de Panama Kanalı’nın bu ülkede olması ve ülke ismini almasıdır. Siz bu arada diğer Orta Amerika ülkelerini hatırlamaya çalışın.
Kanallar, insanoğlunun mimari açıdan yarattığı şahane eserlerden birisidir. İnsanoğlunun neler yapabileceğinin değerli bir kanıtıdır. Buna stratejik karakteristiklerini de ilave ettiğimizde önemleri bir kat daha artar. Panama Kanalı da, Atlantik ve Pasifik okyanuslarını birleştirmesi açısından bir ilgi odağı haline gelmiştir.
Bu gezimde Panama’yı gezilecek ülkeler arasına almamdaki en büyük neden de, emin olun Panama Kanalı’nı görmek ve merakımı gidermekti. Ancak Panama’da kanala ilaveten gördüklerimden de son derece memnun kaldım.
Panama’yı ikiye ayırmak lazım. Birincisi Panama City; diğeri; ülkenin geri kalan bölümü.
PANAMA CİTY
Dokuzyüz bine yaklaşan bir nüfusa sahip bu şehir, aynı zaman da ülkenin siyasi ve idari merkezi olup Panama Kanalı’nın Pasifik Okyanus’u girişinde bulunmaktadır.
Panama City, birbirine taban tabana zıt iki bölümden oluşan bir şehir. Bir kısmı gökdelenlerle yukarıya doğru uzamış modern, zengin, canlı ve hareketli kısmı,
diğeri ise koloniyal mimari yapısı ile olgun, sakin, gururlu, soylu eski şehir (Casco Viejo). Eski şehri gezmek ve görmek, beni daha fazla heyecanlandırdı.
Eski şehrin dar sokaklarının iki tarafındaki renkli, balkonlu İspanyol mimari tarzı binaları tarihten gelen soyluluk ve asaletle ile vakur bir görüntü verirlerken, aynı zamanda Barok tarzı mimariden güzel örnekler
sunan binalar da, bu bölgeyi cazibe merkezi haline getiriyorlar. Özellikle balkonlarından sarkan ya da kapılarının önünde toplu olarak ayakta ya da sandalyelere oturarak sohbet eden, gelip geçen turistlere umursamıyormuş gibi şöyle bakan yerli halkın bu binalarla uyumu, görüntüye keyif katıyor.
Cana yakın, insanın içini ısıtan, sevimli bir eski şehir. Eski şehirin bir kısmı restore edilmiş ve resterasyon işleri hala devam ediyor. Bir kısmı da eski halini hala koruyor. Ben bunları tercih ediyorum. Çünkü doğallıkları ve tarihi yansıtmaları açısından bence çok daha manalılar. İnsana bir şeyler veriyorlar. Restore edilmişlerde albenileri çok olsun diye bazen aşırı makyaja kaçılıyor.
Gezmesi bu kadar keyif verici ve doyumsuz bu eski şehrin keyfine keyif katmak istiyorsanız sokaklardaki kafe ve restoranlarda oturarak hem karnınızı doyurabilir hem de sıcak ya da soğuk içeceğinizi içerken yorgunluğunuzu atabilirsiniz. Sonra mı? Geziye devam.
Bu eski şehrin sonuna geldiğinizde karşınıza muhteşem ve çok farklı bir görüntü çıkıyor. İnsanı şaşırtan ve karşıda gördüğüm başka bir şehir mi diye kafalarda soru işareti bırakan bir görüntü. Çünkü eski şehri tamamen klasik bir ortamda gezerken bir anda denizin karşı yakasında son derece yüksek ve modern binalar topluluğu ile karşılaşıyorsunuz. Tamamen birbirinden farklı iki tabloyu yan yana seyreder gibi. Klasikten hoşlananlar için eski şehir. Modern tarzdan hoşlananlar için şehrin modern çehresi. Burası Newyork’daki Manhattan’ın bir kopyası adeta. Bu bölgedeki en yüksek bina, 284 metre yüksekliğinde. Göze en hoş görüneni ise, yerli halkın El Tornillo diye isimlendirdiği ve yüksekliği 234 metre olan Devrim
Kulesi. Görüntü çok güzel, ancak bizimle karşı kıyı arasına ve denizin üzerine inşa edilen çok uzun bir viyadük olağanüstü çirkin. Bu viyadiğü inşa ederek şehre verebilecekleri en büyük zararı vermişler. Yazık olmuş.
Bu iki farklı görüntünün yanında şehir aynı zamanda bir tatil yöresi. Geniş ve uzun kumsalları ve denizi ile yalnızca dinlenmek ve denizden faydalanmak isteyenlere de fırsatlar sunuyor. Ben Panama City’i beğendim.
PANAMA KANALI
İnsan oğlunun yarattığı bir mühendislik harikası olan bu kanal, aynı zamanda 30.000’e yakın çalışanın çeşitli salgın hastalıklar ve iş kazaları neticesinde hayatını kaybetmesi ile insanoğluna da telafisi karşılanamayacak bir bedele mal olmuş.
Kanal için ilk girişim, 01 Ocak 1881 yılında tanıdık bir isim, Süveyş Kanalı’nın inşasını gerçekleştiren Ferdinand de Lesseps’in önderliğinde deniz seviyesi kanalı olarak tasarlanması ile başlanmış. Yapımına başlandıktan sonra teknik, sağlık ve finansal sorunlar nedeniyle Fransızların bu girişimi başarısızlıkla sonuçlanmış. 1889 yılında şirket batmış ve 15 Mayıs’ta çalışmalar durdurulmuş. Fransızların cesur fakat başarısız olan girişiminden sonra ABD 04 Mayıs 1904’de resmi olarak inşayı üstlenmiş ve Ağustos 1915’de tamamlamıştır.
Kanal, Atlas ve Pasifik okyanusları birleştirirken; Kuzey ve Güney Amerika’yı da birbirinden ayırmaktadır.
Gelen turistler ve idari hizmetler için son derece kullanışlı bir bina ve çevre düzenlemesi yapmışlar. Binanın üst katını tamamen teras olarak ve kanalı son derece geniş bir açıdan görecek şekilde planlamışlar. Bu nedenle de gelenler kanalı yüksek bir yerden ve çok rahat bir şekilde izleme imkanına sahipler. Daha evvel kanalı görmüş ve bir nedenle kanaldan geçmişler için fazla bir şey yok. Hiç görmeyenler için son derece değişik ve eğlenceli gelebilir. Daha önce bir kanal görseniz de görmeseniz de Panama’ya kadar gelip de kanalı görmeden dönmek olmaz.
EMBERA YERLİLERİ
Panama’da gördüğüm en enteresan yer hiç kuşkusuz, Embera yerli köyü. Bu köye ulaşmak için Panama City’den beni oraya ulaştıracak araca
binerek Madden Gölü kıyısındaki El Corotu’ya doğru yola çıkıyorum. Son derece yeşil bir bölgeden geçiyorum. Bazen çöpleri eşeleyen onlarca akbabayı seyrediyorum. Bizim çöplüklerde kedi ve köpek vardır, burada akbabalar. El Corotu’ya geldiğimde kanoya biniyorum. Eskilerde kürekle kullanılan geleneksel yapıdaki bu kanolara kıçtan motor takmışlar. Bunun neticesi olarak da sürat yapabiliyorlar. Gerçekte burası, yeşilin her türlü tonlarının olduğu bir yağmur ormanı. Şansıma hava açık.
Embera yerlilerinin yaşadığı bölgenin adı, Darien ve burada birkaç Kuna toplumu da var. Benim ziyaret ettiğim Embera köyünde yaklaşık 100 kişi yaşıyor. Evleri, sazlardan yapılmış bungalovlar şeklinde. Zeminden 2 metre yükseklikte inşa edilmişler. Bunun da nedeni, yabani hayvanlar ve selden korunmak için. Köy halkı son derece insan canlısı. Geldiğimizde bizi karşılayan kadınlı, erkekli ve çocuklu grupların tamamı cana yakın insanlardan oluşuyor. Özellikle çocukların şirinliği, sıcak ve meraklı bakışları görülmeye değer. İlk başlarda çekingen davransalar da bir tek şeker bile onlarla güzel bir ilişki kurmaya yetiyor. Çoçuk ne kadar da olsa.
Erkekler çok kısa ve çok renkli boncuklardan yapılmış etek giyiyorlar. Kadınlar ise
çok renkli kumaş peştamal
sarıyorlar. Göğüslerini de metal,
parlak pul ve boncuklardan yapılmış sütyenle örtüyorlar. Yakın zamana kadar üstleri açık gezerken, şimdilerde örtmeye başlamışlar.
Yüzlerine ve vücutlarına jagua meyvesinden doğal
olarak elde ettikleri bir boya ile desenler yapmayı çok seviyorlar. Desenler özellikle törenlerde yapılmakla beraber, süs olarak da kullanılıyorlar. İki hafta kadar vücutta kalabiliyorlar.
Bu boyaların salgınlara ve böceklere karşı kendilerini koruduklarına da inanıyorlar.
Turist kafilesi
yaklaştığında ellerine
saz aletlerini alarak
geleneksel müzikleri
ile onları karşılıyorlar.
Turizm buralara kadar
gelmiş. Yalnızca bu işle
ilgilenen görevli var. Kendisine telefon edip rezevasyon yaptırdığınızda köyde köylülerle beraber birkaç gün kalmak mümkün.
Köyü bizdeki muhtara benzer bir başkan ve yönetim kurulu yönetiyor. İlk bungalov en büyük ve köyün en görkeli bungalovu. Gelenler burada karşılanıyor, eğer kalabalıklarsa bölünerek daha küçük bungalovlara götürülüyor ve köy hakkında detaylı bilgiler veriliyor. Bu bilgilendirmeyi de takiben köy kadınlarının odun ateşinde pişirdikleri muz ile taze meyveler çiçeklerle süslenmiş tabaklarda ziyaretçilere ikram ediliyor. Köy, tepeye doğru meyilli bir arazide kurulduğundan, köyün içinden sazdan yapılmış bungalovlar ile nehrin görüntüsünün oluşturduğu manzara, görülmeye değer.
Köyde
televizyon,
radyo, çamaşır
makinesi ve buzdolabı gibi modern hayatın gereçleri yok. Yalnızca köyün ortasına tek bir telefon var. Bu telefonla görüşme yapabilmek mümkün değil. Ancak dışarıdan gelen bir çağrıya cevap verilebiliniyor. O çağrıda yalnızca kontrol yapmak maksadıyla hükümet yetkililerinden geliyor.
İtalyan, Hint ve İspanyol etkisi Panama mutfağına girmiş. Bu üç ülkenin lezzetlerini sunan lokantalar var. En bilinen yemeklerinden birisi olan, fasulye ve pirinç ile yapılan gallopinto’yu her yerde yiyebilirsiniz. Sığır ve tavuk eti ile yapılmış yemekleri de, denenebilir. Balık ve deniz ürünleri ile ilgili ürettikleri lezzetleri tadmakta fayda var. Ancak tropikal meyveler her zaman olduğu gibi, yine bir numara.
Panama City, göğe doğru yükselen gökdelenleri, denizi, kumsalı, geniş ve temiz yolları, modern ve hareketli görüntüsü, buna ilaveten eski şehrinin gayet güzel hazırlanarak turizme açılması ile bende olumlu izlenimler bıraktı.
İlkokuldan itibaren ismini duyarak belleğime kazınan ve hep görmeyi hayal ettiğim Panama kanalını da görülmüşler listesine katmaktan memnunum. Ancak Panama gezimin en güzel tarafı hiç kuşkusuz, Embera yerlileri ile dolu dolu bir gün beraber olmaktı. Bana çok farklı gelen yaşantılarından kesitler görmek, büyüleyici idi.
Kaynak: Boss Life Dergi