Didem Yeşiltan Bayar
Ekonomist [email protected]
2017 yılı başında Trump’ın ABD Başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte uluslararası ticaret açısından da dünya bambaşka bir dönemece girdi. Trans Pasifik Anlaşması ve NAFTA ile ilgili gerilimler, Donald Trump’ın göreve geldiği ilk
günden itibaren küresel gündemi işgal etti. Dahası, bu yıl Mart ayında ABD’nin Çin başta olmak üzere, Avrupa Birliği üyeleri ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok ülke için gümrük vergilerinde önemli oranda artışlara gitttiği duyuruldu. Hemen ardından da ilgili ülkelerin karşı atağı ve WTO nezdinde oluşturulan uyuşmazlık mekanizmasına yapılan başvurular gündemimizdeydi… Temelinde Amerikalı üreticiyi koruma içgüdüsü barındıran bu yeni politikanın tabandan da geniş destek aldığı yadsınamaz. Ancak, nihayetinde bu politika tüm dunya ekonomilerini küreselleşme, korumacılık, serbest ve adil ticaret konuları üzerinde yeniden düşünmeye itecek gibi görünüyor.
Tam da bu gündem üzerine yenice bir yayım olan Prof. Dani Rodrik’in Straight Talk On Trade-Ticaret Üzerine Dosdoğru Bir Sohbet adlı kitabından bahsetmek isterim. Henüz Türkçe çevirisine rastlamadığım kitapta Rodrik, serbest ticarete yeni bir eleştiri getiriyor. Kitapta esasen küreselleşen dünyada, ekonomik refah ve finansal istikrar için milletlerin politika özerkliğinin korunması; yani kendi ihtiyaç ve sosyal gerekliliklerine göre politikalarını tasarlayabilme özgürlüğüne sahip olmaları gerektiği savunuluyor. Rodrik korumacılığı savunan
bir noktada değil, ancak gerekli koşullar sağlandığında korumacı müdahalelerin de iktisat tarihinde başarı öykülerinin önemli bir parçası olduğunun altını çiziyor.
Beni bu mesele üzerine yazmaya iten bölümden ise ekseriyetle bizim gibi ülkeler için çıkarımlarda bulunmak mümkün. Zaten söylediğim gibi tam nerede durduğumuzu ve nereye yönelmemiz gerektiğini tartmamız gereken bir dönemeçteyiz. Geçmişte gerek Avrupa, gerekse Kuzey Amerika hatta sonrasında Asya Kaplanlarının büyüme hikayelerinin ardında imalat sanayi sektörünün yattığını biliyoruz. Maalesef sektör, günümüz koşullarında aynı başarı manzumesini geride kalan ülkeler için vaat edemiyor. İmalat sanayi, yapısı
gereği sürekli bir verimlilik artışı ve ürün çeşitlendirmesi dinamiği oluşturabilmekte. Ayrıca, çıktılarının da ülke içinde ve uluslararası ölçekte neredeyse sonsuz bir pazarda ticarete konu olması sebebiyle de geçmiş dönemlerde bu ülkelerin büyümelerinin lokomotifi olmuş idi. Niteliksiz iş gücünü absorbe etmesi ve taşradan şehre akın eden iş gücüyle beslenmesi de, o dönemde bu ekonomilerin aldığı ivmede başka bir açıklayıcı unsur. Ancak bu güne gelindiğinde, teknolojinin insan gücünü ikame ediş hızı ve dış ticarette Çin başta olmak üzere rakip ülkelerin rekabette varmış olduğu nokta, yeni katılımcıların başka yollar denemesini zorunlu kılıyor. Yarışın dışında kalanlar için
çıkış hikayesini teknolojide ve insani sermayenin gelişiminde aramak gerekiyor…
Elimizdeki reçeteye bakılırsa, yatırımın altyapı veya fiziki sermayeden ziyade; kurumsal yeterliliklerin güçlendirilmesi ve nitelikli insan kaynağına yöneltilmesi gerekmekte. Burada nitelikli insan kaynağı deyince benim aklıma kullanmayı daha çok sevdiğim ‘eğitimli elit’ nitelemesi geliyor. Eğitimli elitin üretme ve iş yapma kapasitesi ile hem küresel ticarete daha büyük bir oyuncu olarak eklemlenebilmemiz, hem de yeni bir büyüme hikayesi yazabilmemiz mümkün. Yüksek öğrenim kurumlarının gerekirse daha seçici bir bakış açısıyla güçlendirildiği, akademik çalışmaların daha fazla teşvik edildiği bir ortam bunun ön koşullarından biri gibi duruyor. Sonrasında da bu kesimin ülke sınırları içinde ve ülkesi için üretmeye devam etmesini cazip kılmak önemli. Sanıyorum yeni dönemde sıkıca elimizde tutmamız ve hatta çoğaltmamız gereken en büyük ve en stratejik sermayemiz onlar olacak, bana kalırsa öyle de olmalı…
Kaynak: Boss Life Dergi