“Honesta Vita Est Beata”

Ali Apaydın

[email protected]

“Honesta Vita Est Beata”

Dinsel bir dünya anlayışının mirası olan yaratmanın, anlamanın yerini aldığı çağdan bu yana, elitist (seçkinci) bir ahlakın şekillenişi yaygınlık kazanan bir tabu halini aldı. İşte bu tabudur ki, günümüzde sanat yerine sanatçıyı düşünmeye başlayan ve buna tezat bir şekilde de insan yerine insan yaratılarını esas alan bir dünyanın ortaya çıkmasına sebep veriyor.

Artık günümüzde, gerek insan gerek kişiler düzeyinde aralık vermeyen hızlı bir değişim söz konusu. Öyle ki, bu hızın içerisinde bir an durup, kimin ne olduğunu kavramak neredeyse imkânsızlaşıyor.

Bu sürekli değişim ortamı, akıl almaz çelişkiler, tezatlar ve riyakârlıkların örülü olduğu bir etrafa hapsediyor dünyayı. Her gün, çeşitli anlamsızlıklar, saçmalıklar ve kabalıklarla geçiyor. Amaçsızlaşmış bir serüvenin içinde, insan yerine yaşayan insan-makineler olarak varoluyoruz artık.

Sokakta şöyle karşılaşılıyor bu durumla: Bir zamanlar sözde idealleri olan insanlar, bir süre sonra kendilerine gerontokrasi tarafından bahşedilen bir güvenin kibiriyle, küstah bir şekilde, sözüm ona pek değerli olan ideallerini kutsallaştırarak, bir damıtım mekanizması kurup, sadece hazza dayalı bir yaşam anlayışını aklileştiriyorlar. Bu insanların birçoğunun, öncelerinde yapmak istedikleri bir amaçları vardı, şimdilerinde ise yapmak istediklerinin yapılamayacağını kanıtladıkları bir bilgileri. Bu sebepten her biri kendilerini, kendi geçmişlerine karşı bir savunu olarak ifade ediyorlar. Ki bu konuda birbirleriyle bir uyum içerisinde olduklarından, halen -bu sürekli değişen hallerine rağmen, her birinin aynı değişim içinde yer almasından dolayı, birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlar.

Hemen her gün karşılaşılabilecek olan, ve bir muammanın kavranabilmesi için “herkes” diye adlandırılan bu insanlar, rahattırlar, enikonu yaşadıkları gerçek de budur. Bu rahatlığın verdiği ferahlık ve esenliğin tanımlanmış ya da tanımlanmamış olması ise konu dışıdır.

Onları karakterize eden birkaç husus şu şekilde sıralanabilir:

1. Sadece. Kullandıkları ve bulundukları en önemli durum budur: sadece. “Sadece, bu’yum işte!”

Buradaki sadece ifadesi alçakgönüllü bir kabullenmişlikten çok, bir tür kendinden vazgeçişi ifade eder.

2. Aitlik. Ait oldukları bir yer vardır, bir insan, bir duygu, bir düşünce… Önceden ait olmayı istedikleri bir yer olmayan; ve halen ait olmayı istemedikleri bir yer olan, ait oldukları bir yer.

3. Kendileriyle yaşamaktan vazgeçip, yaşamın onlar adına yaşamasını seyretmekten haz aldıklarını söylerler. Giysilerinden sıyrılıp, yaşamın onlara giydirdiği yeni giysilerin ne denli güzel ve hoş olduğunu kendi kendilerine ikna etmek için kullanırlar akıllarını.

4. Konuşma kipleri tıpkı varoluşları gibi yalnızca şimdiki zamana hasredilmiştir. “Buradaydım” yerine “buradayım” ifadesini yeğlerler. Önceden sadece geleceklerine dair kullandıkları ve esas itibariyle de sadece geleceğe dair kullanılabilecek olan belkili ifadeler artık onlarda geçmişlerine de yönelmiş durumdadır: “Demek ki, ben aslında bunu istiyormuşum.”

Bilinmezlik ve değişim burada, onların varoluşunda, bir travma geçirmiş ve esas niteliklerini kaybetmiş haldedir. Geleceğe has olan bilinmezlik, geçmişe yönelmiş, bizzat şimdinin bir dinamiği olan değişim ise geçmişe hapsedilmiştir. Bu travmatik yapıda, insan, şu halini kendi elleriyle inşa eden bir varlık olma konumunu, kendi geçmişinin elleriyle inşa edilen bir varlık olma konumuna bırakır. Fark şudur:

Şurada doğduğum, şurada büyüdüğüm, şurada ve şurada başıma şunlar geldiği için ben buyum. 

Şurada şunu isteyip, şurada şuna yöneldiğim ve şurada şunu yapmak istediğim için, ben buyum -değil.

Ya da daha kristalize bir şekilde ben böyle olmak istedim’in yerini alan; ben böyle olmak istemişim ifadesi.

***

Elbet bu insanlık manzarası karşısında şu soru muhakkak ki sorulacaktır: Ne yapılabilir ki? Hem dışarıda olmamanın, hem de dâhil olmamanın bir yolu bulunabilir mi?

Fakat baş ağrısının giderilmesi için bir ilaç talep eden bir hasta gibi, sorunlar karşısında hazır cevap bekleyen bir öğrenci konumuna yerleşmek yine bu insanlık manzarasının içinde yine etkisiz kalmayı seçmekten başka bir şey değildir.

Fakat yine de yapılacak şey hiç de karmaşık değildir.

Safların belirlendiği yegâne konum; yaşamanın bir görevler dağılımı olarak değil de bir birliktelik, bir arada yaşama marifeti olarak kavranmasına yönelik bir seçim üzerinde bulunur –ve bu seçimi seçmek ya da seçmemek üzerinde… Bu sayede, düşünmenin filozoflara hasredilen bir ödev, duyarlılığın şairlerce hissedilebilecek bir ruh hali, ve kurtuluşun gelmesi gereken bir kurtarıcının işi olduğunu ileri sürerek suçsuzlaşmak ve masumlaşmak riyakârlığından vazgeçilebilir, ve bundan vazgeçmeyenlere karşı da gerekli savaşım verilebilir.

Neticede her insan, insan ya da bir kişi olma durumunu farklı bir biçimde tasarlar. Herhangi bir şey karşısında, kişinin aklında beliren, oluşan ya da oluşturulan kavramlar ve biçimler, bizzat o kişi ve o kişiye tanık olan herkes tarafından, kişi olmanın ve dolayısıyla yaşanan dünyanın ne demek olduğuna dair anlayış ve düşünceleri de beraberinde getirir.

Fakat bir kişi olmak, yalnızca belli bir duruş noktasından bakarak ve bu bakışın verdiği açıdan hareketle, bir şey karşısında ya da bir şeye karşı bir ya da birden fazla kavram biçimlendirmekten ibaret bir şey değildir.

Kısacası, kavram biçimlendiriciliği kişilik için temel bir özellik olma konumunu işgal etmez. Çünkü bir kişi olabilmek için bir şey karşısında ya da bir şeye karşı bir ya da birden fazla kavram biçimlendirmekle birlikte o şeyle ilgili bir öykünün içerisinde bulunmak da gerekir. Bu da, ancak ve ancak bizzat eyleyerek gereçeklenebilecek olan bir varoluş kipidir: Yani yazıp, çizip, düşünmeden önce bizzat yaşayarak!

Sorun şudur; ait olunmayan bir yerde, ya da kabul görülmeyen bir mekânın içinde, ne kendi kendiniz ne de başkaları için bir kişilik sahibi olmanız söz konusu olamaz. Zira kişilik, kendi kendini tamamlayabilen bir inşaat değildir. Bununla birlikte bir olgu olarak öncelikle kendi kendinize tanımlamak zorunda olduğunuz bir durumdur o.

Mesele, hep bir sonra’da bulunulmasından ileri gelir. Bu sebepten, hiçbir zaman ne bir nesne tam olarak tanımlanabilir, ne de bir durum tam olarak kavranabilir. Bununla birlikte, bu esasa tezat bir şekilde, hareket etmek ve varlığını duyumsayabilmek için kişinin daima bir bütün ve tam olarak eylemesi gerekir. Bunun için de eksiksiz motiflere ve düşüncelere gereksinim vardır. Ancak, bu durumla baş edilemediğini öne sürüp, sözde bir duruş noktası belirleyerek, bu noktadan nesnenin ya da durumun bütünlüğü ve karakterini oluşturmayı istemenin ne demek olduğunu da herkes gayet iyi biliyor olsa gerektir; tıpkı Cicero’nun yazının başlığında alıntıladığım sözünün tersine bir okumayla dile getireceği ifade gibi.

NOTLAR

Not 1: Yazının başlığı Cicero’dan yapılan zihinsel bir alıntıdır. Lat.: Şerefli hayat mutluluktur.
Not 2: Bu yazı ilk olarak 10 Mayıs 2009 tarihinde Günlük Haber gazetesinde yayımlanmıştır.