Avrupa’nın kuzeybatısında, okyanus kıyısında yer alan İrlanda, çok sayıda irili ufaklı ada ile çevrili olan ve İrlanda Denizi ile Britanya’dan ayrılan görece küçük bir ada devleti. Ülkenin en büyük kenti olan Dublin de Avrupa’nın nüfusu
en genç ve en hızlı büyüyen kentlerinden biri. Bağrından dünyaca ünlü edebiyatçılar ve müzisyenler çıkaran bu şehir; tarihi dokusu, kültürü, sunduğu eğlence alternatifleri ve doğal güzellikleri ile cazibe merkezi. Bunca nedenden, Dublin yılda yaklaşık beş milyon turisti ağırlıyor. Bu özelliği ile de Avrupa’nın Paris ve Londra’dan sonra en çok ziyaret edilen başkenti durumunda. Hal böyle olunca Türk Hava Yolları’nın da her gün karşılıklı sefer düzenlemesi sürpriz değil.
İrlanda, Avrupa Birliği üye ülkelerinden biri. Para birimi Euro. Buna karşılık tıpkı İngiltere gibi bir durum söz konusu; burası Schengen Anlaşması’na dahil bir ülke değil. Bu yüzden Dublin seyahati için İrlanda vizesi alınmalı. Son birkaç yıldır ekonomik gerekçelerle İngiltere vizesi olan ve İngiltere’ye en az bir kez giriş-çıkış yapmış kişiler de vize süreleri boyunca ülkeye kabul ediliyor. İngiltere vizesi olanlar ve kanunun güncel hali ile 2016 yılına kadar sürecek bu fırsatı değerlendirmek isteyenler, Birleşik Krallık ziyareti sonrası İrlanda’yı da aradan çıkarabilirler.
Ülkenin iki resmi dili var: İrlanda Keltçesi olan “Gaelic” yani İrlandaca ve İngilizce. “Gaelic”, kırsal alan dışında kullanılmayan ve unutulmaya yüz tutmuş bir dil olsa da bütün tabelalarda önce İrlandaca, altında
da İngilizce isimler yer alıyor ve bu iki dil gerçekten birbirine hiç benzemiyor. Trafik tıpkı İngiltere’de ve Kıbrıs’ta olduğu gibi soldan akıyor. Turistler düşünülerek, trafik ışıklarında ve yaya geçitlerinde bakılması gereken yönler yerlerde kocaman harflerle yazılmış; karşıdan karşıya geçerken dikkatli olmakta fayda var.
Dublin neredeyse hiç yokuşu olmayan, gezilip görülecek yerlerin
neredeyse tamamına yakını yürüme mesafesinde, tabir yerindeyse
kutu gibi bir şehir. İçinden nehir geçen her şehir gibi güzel bir şehir. Konaklama için ister hostel ister George Dönemi mimarisinde tarihi bir bina ister modern bol yıldızlı bir hotel seçin, dikkat etmeniz gereken
en öncelikli konu: barlardan uzak bir yer tercih etmek. Aksi halde Avrupa’nın eğlence başkentinin sabahlara kadar süren hafta sonu eğlenceleri sırasında siz de o şamatanın bir parçası olarak barda değil de yatağınızdaysanız, lokasyon seçiminiz sinir bozucu bir uykusuzluk sebebi olabilir.
Dublin’de diğer Avrupa başkentlerinin aksine metro yok. Söylediğim gibi şehir düzayak ve görece küçük olduğu için tabanvay marifeti ile gezmek en kolay yöntem. Alternatif olarak tramvayı ya da şehrin bütün caddelerinde vızır vızır işlemekte olan otobüsleri de tercih edebilirsiniz. “Romatizmalarım azdı, yorulmadan gezeyim” diyenler için tatmin edici bir rotası olan turistik tur otobüsleri de mevcut.
Şehri gezerken mihenk taşımız pek tabii Liffey Nehri olacak. Şehrin ortasından geçen Liffey’in kuzeyi ve güneyi arasında İstanbul’un Anadolu-Avrupa, İzmir’in Göztepe-Karşıyaka ayrımı gibi bir durum var. Daha önceleri sınıfsal bir ayrımı da işaret eden “yukarı” ve “aşağı” Dublin arasında, ikisi yayalara ait olmak üzere toplam on beş köprü
yer alıyor. Bunların en meşhuru ise “Ha’penny Bridge”. 1816 yılında açılan köprü, ismini ilk yıllarda geçiş için talep edilen yarım Penny’den alıyor. İkinci yaya köprüsü ise 2000 yılında açılan Millenium Köprüsü. İrlandalılar Millenium işini fazla abartmış görünüyor. Çünkü kuzey tarafındaki ana cadde olan O’connell Caddesi üzerinde de bir Millenium Anıtı bulunuyor. Şehrin en yüksek yapısı olan bu uzun bir iğne ya
da bayrak direği görünümündeki metal yapının adı “The Spire Of Dublin”. Mimarına bolca ödül kazandırmış olsa da hemen karşısındaki olağanüstü mimari güzellikteki Eski Posta İdaresi ve aynı sırada dizili olduğu diğer heykeller ile oldukça uyumsuz görünümdeki bu modern sanat mamulü, sadece benim değil, Dublinlilerin de pek sempatisini kazanmış görünmüyor. Halk arasında “spike” yani “sivri” olarak isimlendirilmekte ve ismi geçtiğinde duruma bir de burun kıvırma hareketi eklenmekte. Yine de her yerden görünebilir olması nedeniyle yönünüzü bulmak için kullanmakta ve gerektiğinde altında buluşmakta sakınca yok elbette.
Şehrin kuzeyinde görülecek yerler daha kısıtlı. Hazır “The Spire”dan yola çıkmışken Kuzey Dublin turunu tamamlayalım. Kuzey Dublin’in ana bulvarı O’connell Caddesi’ni kesen Hanry ve Talbot Caddeleri, alışveriş meraklıları için doğru adres. Hanry Caddesi’nin devamındaki Mary Caddesi’nin sonunda yer alan ve kiliseden dönüştürülmüş olan “The Church Restaurant” da ilginizi çekebilir. Aynı yönde daha ilerde ise meşhur İrlanda viskisi “Jameson”un 1780’de kurulmuş ve bugün bir
müzeye dönüştürülmüş olan eski fabrikası “The Old Jameson Distillery” ateş suyu meraklıları için ilginç bir durak. Turlara katılıp viski yapım aşamalarını görebilir ve tadım yapabilirsiniz. Birkaç blok ileride ise Avrupa’nın en büyük şehir içi parkı olan Phoenix Park yer alıyor. Özellikle çocuklu aileler bu parktaki hayvanat bahçesini kaçırmasınlar.
Edebiyata düşkün okurların ilgisini çekmesi muhtemel “Yazarlar Müzesi” de hemen yakınındaki James Joyce Evi ile birlikte şehrin kuzeyinde, O’Connell Caddesi’nin sonundaki Kuzey Georgian bölgesinde yer alıyor. Başta James Joyce, Bernard Shaw, Oscar Wilde ve Jonathan Swift olmak üzere onlarcası ile dünya edebiyatına damga vurmuş olan İrlandalı yazarların hatırası sadece müzelerde ya da kütüphanelerde değil, aslında olması gerektiği gibi şehrin sokaklarına da taşmış durumda. Heykel
ya da büstlerinden bahsetmiyorum elbette. Kafelerde, restoranlarda, duraklarda, graffitilerde, her köşe başında ünlü bir İrlandalı yazara ait bir özdeyiş veya aforizma ile karşılaşmanız mümkün. Aynı durum, bu şehrin tohumlarından filizlenen müzik grupları ve müzisyenler için de geçerli. Başta U2 ve Cranberries olmak üzere müzik grupları ve Bob Geldof, Cris De Burgh, Sinead O’Connor ve Eurovision fatihi milli damadımız Johnny Logan gibi ünlü simalar mutlaka bir yerlerden çıkıp size göz kırpacak ya da melodileri ile size eşlik ediyor olacaklar siz şehri arşınlarken.
Kuzey Dublin turumuzu bitirdiğimize göre asıl turistik mesaimizi yapacağımız Güney Dublin’e geçmenin zamanıdır. Nehir kıyısına ulaşın ve geleneklere uygun olarak Ha’penny Köprüsü’nün ortasında durup Liffey Nehri’nin ve manzaranın tadını çıkarın. Doğu yönünde göreceğiniz Beyaz Saray’ı andıran ve önünde lunapark kurulu olan bina, Dublin’deki en önemli mimari yapı olarak kabul gören “Custom
House”. Ha’penny’den geçerken üç yapraklı yonca ile sembolize
edilen İrlandalı şansı yani “Irish Luck” dilemek için köprünün demir korkuluklarına bir asmalı kilit de siz takın. Bu işler size göre değilse de değilse de dünyanın bu simge yapısında sizden de bir his ve iz kalacağını düşünerek yapın bunu. Ha’penny Köprüsü’nün güney ayağı sizi doğrudan meşhur Temple Bar bölgesine çıkaracak. Bölge, adını 1840 yılında açılmış olan “Temple Bar”dan alıyor. Fazla turistik bulup burun kıvırmayın ve siz de Dublin’de turist olmanın keyfini çıkarmak, metrekareye düşen elli turistten biri olmak üzere içeriye kapağı atın. Canlı İrlanda müziği ve Guinness birası eşliğinde eğlence garantili. Araç trafiğine kapalı olan ve tabelalarında trafik işaretlerinin yerini “Gülümseyin” uyarıları alan Temple Bar bölgesinde, sayıları şehrin genelinde yaklaşık bini bulan “Irish pub”ların yüzlercesi ve değişik alternatifler sunan çok fazla kafe, restoran, sanat galerisi ve mağaza bulunuyor. Özellikle hafta sonları olmak üzere gece gündüz tıklım tıklım haldeki bu bölge Dublin’i Avrupa’nın eğlence başkenti olarak tarif eden bütün sıfatların hakkını veriyor doğrusu.
Sıradaki durağımız Dublin’in bulunduğu semte de adını veren
meşhur üniversitesi “Trinity College”. Kraliçe Elizabethlerin birincisi tarafından 1592 tarafından Prostestan Anglo-İrlanda Hanedanlığı’nın üyelerini yetiştirmek için Cambridge ve Oxford Üniversiteleri örnek alınarak yapılmış, son derece prestijli ve popüler bir okul. 1970 yılına kadar Katoliklerin eğitim göremediği bu okulda, şimdi dünyanın her yerinden ve her dine mensup gençler muhteşem binalar barındıran
bu tarihi kampüste eğitim görüyorlar. Kampüste en ilginç yer “Long Room” adı verilen ve adının hakkını da ziyadesiyle veren upuzun tarihi kütüphane. Kütüphanenin uzunluğu 65 metre ve kitapların çoğu 1700’lerden kalma. En üst raftaki bir kitaba ulaşabilmek için onlarca
metre uzunluğunda merdivenler kullanılıyor. Çoğu orijinal ilk basım olan kitapların hepsi çok değerli. Long Room’un bulunduğu binanın girişindeki “Book of Kells” sergisi de sunum ve içeriğiyle mutlaka görülmeli. Bu sergideki orijinal el yazmalarından oluşan ve büyük
bir titizlikle korunan kitaplar Trinity Koleji’nin en önemli mirası kabul ediliyor. Üniversitenin avlusunda binaların kurşuni rengi ile yemyeşil çimenlerin yarattığı kontrast, bahçe düzenlemesi ve heykeller gerçekten göz alıcı.
Şehrin merkezinde iki büyük katedral var. En eskisi Christ Chuch Cathedral ve en meşhuru da St. Patrick’s Cathedral. İkisi de Liffey’in güneyinde. Dublin’in bir de kalesi var elbette. Dublin Castle Anglo, Normanlar tarafından 1204 yılında yapılmış. Şu anda birkaç döneme ait farklı mimari özellikte parçalarıyla eklektik görünümdeki kale, Avrupa Birliği toplantılarının yapıldığı büyük salonları barındırıyor; bir de savunma ve kalenin ihtiyaçlarının ikmali için yapılan yeraltı mağaralarını. Kaleyi barındıran bu kompleks içindeki Chester Beatty Kütüphanesi ise görülmeye değer. İsmi kütüphane olsa da Alfred Chester Beatty adında New Yorklu bir maden mühendisi tarafından kurulmuş olan bir modern müzeden bahsediyorum. Çocukluğundan başlayarak bütün yaşamını tarihi değer olan el yazmaları, minyatürler ve buna benzer dini materyal toplayarak geçirmiş olan zat-ı muhterem, bu müzeyi de koleksiyonunu sergileme amaçlı kurmuş. Parçalarının pek çoğu eşsiz olan koleksiyona değer biçilemiyor. Mistik bir atmosferi olan ve çoğunluğu dini içerikli el yazmaları bulunan bu müzede
İslam dinine ayrılmış olan kısımda benzeri bir başka İslam ülkesinde olmayan el yazması Kur’anların olduğu bir koleksiyonun sergilendiğini de belirtmeli.
Dublin’e ayırdığınız zamanın en azından yarım gününü, mümkünse gün batımına denk gelen bir kısmını küçük bir şehir dışı turuna da ayırmalısınız. Dublin merkezinden sadece 20 dakika tren mesafesinde
olan Howth’u görmezseniz kaçırdığınız balık büyük olur, benden söylemesi. Trenden indiğinizde bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibi olacaksınız. Her yanınızı deniz ve balık kokusu saracak. İneceğiniz tarihi istasyon, limanın yanı başında. Limanda ise yan yana balıkçılar ve elbette balık restoranları…
Marketlerdeki kocaman karideslere, ıstakozlara ve adını bilmediğiniz çeşit çeşit balıklara takılıp kalmamak zor ama önce bunları hak etmelisiniz. Balık ziyafetini dönüşe saklayın çünkü yolumuz uzun. Howth’un deniz fenerleri ünlü. Limandakinin adı “Howth Harbour Lighthouse”. Bu fenerin karşısında Ireland’s Eye ve Lembey adaları manzarayı taçlandırıyor. Bu manzaraya fazla takılıp kalmayın çünkü sırada diğer uçta sizi bekleyen, tepenin ardındaki ikinci deniz fenerini görmek “ölmeden yapılacak on şey” listesini zorlayacak bir deneyim. Hani filmlerde içinde deniz feneri olan bazı sahneler vardır; uçsuz bucaksız deniz, puslu, fırtınalı, bulutlu bir
hava, yemyeşil bir tepe, arada beliren güneş ve gün batımı ışığının vurduğu uçurumun kenarında bir deniz feneri. İşte bu fenerin ismi “Baily Lighthouse”. Ulaşmak için bir hayli yokuş tırmanmanız ve oldukça uzun bir yol kat etmeniz gerekecek ama izleyeceğiniz manzara her türlü eforu hak edecek ve bütün yorgunluğunuzu alacak cinsten. Fotoğraflarınızı çekip, ufka dalıp zihninizi boşalttıktan sonra dönüş yolunda kasabanın eski barına uğramak ve Guinness içen, Keltçe konuşan, kırmızı yanaklı amcalarla birlikte rugby maçı izlemek, “Irish pub”ın çakmasını değil orijinalini yaşamak ise paha biçilemez.
Kaynak: Boss Life Dergi